Cumartesi, Aralık 25

Yeni Yıl Ne Güzel, Ne Güzel


Tumblr_ldyqzftysy1qfp3dqo1_500_large


1-)Yeni yıla nasıl ve kimlerle girmek istiyorsunuz?

Hiç böyle büyük kutlamalarla, coşku gibisinden duygularla girdiğim bir yeni yılım olmadı açıkcası. (acıtasyonvol1) Kalabalıkları pek sevmem, büyük kutlama kısmını atabiliriz ama ailem ve arkadaşlarımın içinde olabileceği güzel bir gün ile kutlamayı isterdim heralde. Sonuçta 'Yeni yıla nasıl girerseniz tüm yıl öyle gider' derler. Ben de batıl inançları olan bir insanım. Kısacası güzel bir gün olsun, hayat güzel olsun, toz pembe, panjur falan filan...

2-)Yeni yıldan beklentileriniz nelerdir ?

Pek bir beklentim yok, beklenti ne kadar azsa mutluluklar o denli büyük oluyor. O kurala inanıp, uygulamaya çalışacağım. Zaten dersaneye başlama olasılığım olduğundan, pek tatlı bir yıl olacağını düşünmüyorum. Şu anki kadar sıkıcı olmasın yeter. Bir de bol bol kar yağsın. Soğuk olmasın ama kar yağsın. Nasıl olacak bilmiyorum ama soğuk olmayan karlı bir yıl olsun işte. Kar i love u.

3-)Yeni yıl sence ne demek ?

Aralık 31'den sonraki 365 günler toplamı.
Yani tamam birşeyler ben de yazmak isterdim de. Kısa-öz tanımı bu.
Hı illa duygu dünyasına akacaksak, hepimizi büyük umutlara gebe bırakıp sonunda da büyük hayal kırıklıklarının karın ağrılarıyla başbaşa bırakan o saçma kutlama işte.

4-) Yeni yılda ne olursa çok mutlu olursun ?

Bilemedim bak şimdi. Bizde hediye anlayışı pek yok yeni yılda. Öyle birşey olsaydı istediğim çok şey var. Çaktırmadan buradan mesajını verir, blogumu okuyan şeker mi şeker arkadaşlarıma (yağçekmevol1) tatlı tatlı fikir vermiş olurdum.
Onun dışında da şu yanımda olsun, şu siktirsin gitsin tarzı isteklerim de yok. Yeni yıl gelsin, hoşgelsin, yeter.


5-) Yeni yıla dair mesajın nedir ?

Bak az evvel dediğimden iyi mesaj olur. Beklentinizi en aza indirgeyin, hayal kırıklığı çok çabuk geçen bir duyguhali değil. Kendinizi düşünün azıcık, yıl sizin yılınız ancak öyle olabilir.

Saygılar, sevgiler bloggerlar. :)
Mutlu Yıllar!
Mim için Nikita Roxie'ye teşekkürler.

Salı, Aralık 14

Saylaa! -Mim-

Bir kız var. Adı Sayla.
Tabii ki Sayla değil ama ben ona Sayla diyorum. O da bana Meyşa.
Liella'cığımın bana yolladığı mimin konusu şöyle;

- Birini seçin ve onunla ne yapmak istediğinizi yazın.



Onunla bir hayalimiz vardır hep gelecekle ilgili. Kendisi hırslı ve başarılı bir insandır. İleride çok büyük yerlerde adı geçecek. Sayla diye değil elbette ama benim Süper Sayla'm olarak olacağı kesin. Yat almak gibi bir hayali var kendisinin. O böyledir, yüksekten uçar ve yükseye konabilitesi olan biridir. İleride, ikimiz de hayatlarımızda bir yerlere geldikten sonra. Yani cebimizde para, altımızda araba, hiç kimseye dair de bir bağımız kalmadığı zamanlarda. Tek bir telefon bizi bir araya getirmeye yetecek. Hayalimiz budur, olacak da.
- Meyşa, bir hafta iznim var. Topla bavulunu Farayla'ya gidiyoruz.
- Sayla, yarın akşamki planlarını iptal et, Duman konseri var, gidip çığlık atalım biraz.
- Meyşaa, akşam bana gel bir film kapıp moralım bok gibi.
- Sayla, Selinler yarın dönüyorlarmış x mekanda toplanmalıyız!
- Meyşa, o görmek istediğin şelale var ya, yazın değil bu mevsimde akıyor dingilim, gel gidip görelim bu hafta içinde. İki gün falan kalırız hazırlan.
- Sayla'm canım çok sıkkın ya, bir valiz yap ufaktan, annemlerin yazlık boş oraya akalım. Orada dediğim yerlere görürürm seni hem.

ve benzeri.

- Saylaaaaa.
- Hııı.
- Seni seviyorum lan!

 şey. yaşımdan dolayı bu yazıya
ooo bir kaç seneye ne sen onu 
ne o seni hatırlar tarzı yorumlar yapacaksanız,
parmaklarınızı yormayınız. :)

Nikita Roxie, deepblueeagle, cRn, vєssєℓαм, Mia mimlendiniz bu aradaaa.

Rüyalarını Ver Bana

Haşmet Babaoğlu'nun Rüyalarını Ver Bana kitabının aynı adlı kesitidir.
Sadece hoşuma gitti, paylaşmak istedim.
Kendisini normalde sevmem ama derste arkadaşımdan aldığım kitabı 2 derste bitiriverdim. Bu tarz öykülerle dolu bir kitap. Öykünün ikinci karakteri de adaşımmış. Neyse öyküye geçelim..

Tumblr_ld28csycwo1qzdqh3o1_500_large


Uyuyan erkek görüntüsünden kadınların pek hoşlanmadıklarını bilecek kadar görmüş geçirmiş bir adamdı.
Ama bilirdi. Erkekler sevdikleri kadını uyurken izlemeyi severlerdi.
Severlerdi değil mi?
Peki, şimdi ne oluyordu ona?
Neden birkaç gecedir ateşi birdenbire kırka fırlamış gibi uyanıp Merve'yi uyurken görmekten huzursuzlanıyordu?
Neden Merve'nin dudaklarının kenarında biriken salgıya eskisi gibi sevecenlikle bakamıyordu?
Neden dirseklerinin üzerinde doğruluyor, bir süre sanki Merve'nin alnında küçük bir ekran varmış gibi bakıp duruyordu?
Ve aklına gep o uğursuz konuşma geliyordu.
Birkaç ay önceydi. Merve telefonda bir arkadaşına gördüğü rüyayı anlatıyordu. Ancak şu kadarını işitebilmişti.
"...Yanaklarımdan süzülen yağmur damlalarını parmaklarıyla siliyordu, sonra o suları dudaklarına götürüyordu. Sabah kendime gelemedim."
Bunları anlattıktan sonra kıkırdayarak gülüşmüşlerdi.

***

Kalktı. Mutfağa gitti.
Işıkları yakmadan buzdolabındaki NoFrost yazısını seçmeye çalıştı. T harfini hizalayıp yakaladığı kolu kendine doğru çekti. Dolabın kapısı açıldı.
Süt mü? Kola mı?
Miğdesi süt diyordu, beyni kola...
Kolayı seçti.
Önce soğuk kutuyu avucunda dolaştırdı, ardından alnına, şakaklarına sürdü. Hiçbir derecenin saptayamadığı ateşini düşürürdü belki o keskin soğuk. Kutuyu elinde döndürerek yatak odasına doğru yürüdü. Merve dizlerini karnına çekmişti. Uykusunun derinlerindeydi. Koyu renkli ojelerine bakılırsa kadındı, fakat ellerini sağ yanıağının altına sıkıştırma biçimine bakılırsa çocuktu o anda, misafirlikte yorgun düşüp uyuyakalmış bir çocuktu...
Tam o anda mırıldandı, birşeyler söyledi genç kadın. Tuhaf sesler çıkardı. Ve adamatmaca gibi atladı yatağa, kulağını Merve'nin ağzına dayadı. Tutkulu bir adam yapardı ancak bunu... Uzun süreki bir ilişkinin bağlarını ikide bir çekip uzatmayı alışkanlık edinmiş bir adam ise "aman uyandırmayayım" deyip odadan sıvışırdı.
Ama tutku tehlikelidir.
Tutku iki yanı keskin bıçaktır. Tutacak yeri de yoksa eğer bıcağın, bazen kanamayı göze almak gerekir...
En berbat özelliği nedir tutkunun?
Bağlandığınız kişinin, gücü elinde tutan taraf olduğunu bilirsiniz.
İşte bu bilgi berbattır ve öfkeyi besler.
O da birdenbire öfkeye kapıldı!
Kendine öfkelenir gibiydi ama iki eliyle Merve'yi kollarından tutup silkelerken anladı ne yaptığını. Ve ancak birkaç dakika sonra farketti nasıl bağırdığını, büyün evi nasıl inlettiğini.
"Rüyalarını ver bana!" diye bağırmıştı Merve'yi sarsarak uyandırırken.
"Bana rüyalarını veeer! Rüyalarını istiyorum."
Ne saçma.
Ne delice.
Nasıl umarsız ve umutsuz bir arzu.
Böyle düşünmeye başladığında iş işten geçmişti.
Genç kadın şoktan sıyrılmış, hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Bir yandan da alçak sesle mırıldanıyordu. "manyaksın sen, manyak..."

***

Bu olaydan bir yıl kadar sonraydı ilişkileri acıta acıta, kanata kanata sona erdi. Merve doğup büyüdüğü şehre dönmüştü. Aslında Merve'nin hep kaçmak, onun ise günün birinde sürekli orada yaşamak istediği o sahil şehrine...
Ayrıldıktan birkaç ay sonra, iş yerine gelen postalar arasında kalın ve ağır bir zarf çıktı. Merve göndermişti. Heyecanla açtı zarfı, yırtar gibi. Bez ciltli bir hatıra defteriydi. Etikeyindei yazıyı görünce üşüdü, titremesini bir türlü durduramadı.
"Rüyalarım"
Merve bu deftere rüyalarını yazmıştı.
Kendine gelir gibi olduğunda hızla sayfaları çevirdi. Hangi tarihi, hangi rüyayı aradığını çok iyi biliyordu. Buldu da... Ve okudu.

"11.05.1997. Yağmur vardı. Sırılsıklamdım. Evden kaçar gibi üzerime birşey almadan çıkmıştım. Arkamdan geldi. 'Seni korkuttum mu bebeğim' dedi, özür dileyerek.
Beni neden uyandırdın, dedim.
Uyurken beni terketmenden korkuyorum, dedi.
Yanaklarımdan süzülen yağmur damlalarını parmaklarıyla sildi ve sonra dudaklarına götürdü parmaklarını.
Boynuna atıldım, sımsıkı sarıldım.
Seni seviyorum, diye fısıldadım kulağına.
O sırada uyandım, rüyaymış. Gerçekten daha gerçekti sanki!

Cuma, Aralık 10

Üşür Duyguların, Bilemezler.


Baktım tutmuyor elimi, geri çektim. İlk defa yapmıştı bunu. İlk defa gitmişti beni sadece soğuğun ve gürültünün olduğu sokaklarda yalnız bırakıp. İlk defa elim, onun sıcaklığını duyamadan geri dönmüştü ceplerime. Sinirliydi, hem de çok. Hepsi banaydı da, nedenini anlayamamıştım. Ellerimi ceplerime daha da soktum, öylece bekledim. Geri döner diye umut ediyordum sanırım, bilmiyorum. Ama dönmedi. Omuzları dik, sert ve hızlı adımlarla ilerleyip sokağın sonundan sağa döndü. Gözden kayboldu. Onu kızdıracak ne yapmıştım? Ne demiştim de beni sıcacık ellerinden, huzur dolu gözlerinden mahrum bırakıp gitmişti? Bilmiyordum. Ve bilmemek çıldırtıyordu beni. Peşinden gitmek istedimse de korkmuştum. Ceplerime daha da gömüldü ellerim. Şarkılar geçti aklımdan. Onlu şarkılar. Tam da onsuzken. Kör şeytan! Yavaş yavaş yürümeye başladım. Renk renk sokaklar, siyah beyaz insanlar. Anlamsız bakışlar, manasız müzikler, havada asılı kalan konuşmalar. O kadar, anlamsızlardı ki. Yürümeye zorladım kendimi. Hızlandım. Gülüşmeler, kıkırdamalar, kahkahalar, muhabbetler, dedikodular, yalanlar, tripler, bağırmalar, çığlıklar, kavgalar! Korktum. İlk defa ona kızdım. İlk defa. Beni böyle bir dünyada yalnız bıraktığı için kızdım. Korunmasız olduğumu bildiği halde gitmesine kızdım. Adımlarım hızlanmıştı, neredeyse koşuyordum. Onun gittiği yöne. Ama yakalayamazdım biliyordum. Gülüşmeler, dedikodular, yalanlar... Ah Tanrım hayır! Karışıyordum hayata. Benliğim o insan yığınına doğru akıyordu, durduramıyordum. Hayır! Dedim ama o bu sefer duymadı. Ardına bile bakmamıştı ki. Uzaktaydı duyamazdı ki. Şarkılar geçti içimden. Kuş tüyü gibi sesler. Gitme dedim. Duymadı. Duysa da dönüp bakmazdı ki. Onun gururu vardı! Benimse paltomun cebinde üşüyen ellerim..


Lust and Found dinlenerek sıcak çay
eşliğinde yazılmıştır diye de not düşer giderim..
/melankoli/ayrılık.

Pazar, Aralık 5

Yağmuru Bağışlar Gibiyim



Sanırım yağmur yağıyordu. İçerideydik. Sadece sesini duyabiliyordum. Ama sesi bile huzurdu onun, gülümsüyordum. Karşıma geçip bana kızgınca baktı. Bakışlarında her zaman bir sorgulama vardı. Her zaman azarlardı. Gülümsemeye devam ettim. Umursamadım bakışlarındaki küçümseyişi. Beni tanıyordu. Onu tanıyordum. Dert değildi. Oturdu. Tam karşıma. Bir sandalye çekti, oturdu. Ellerimi avcunun içine aldı. Dışarıda yağmur hızlanmıştı. Damlalar yerlere düştükçe değerlerini kaybediyorlardı. Gökten tek bir damla halinde düşüp, yerde milyonlarca damladan oluşan göllere karışıyorlardı. Tıpkı insanlar gibi. Çoğaldıkça değersizleşiyorlardı.
Ellerinden içime akan sıcaklığı seviyordum. Huzurdu işte. Tadılasıydı. Sevilesiydi. Düşünmek her zaman yaramazdı, hissetmeliydi. "Yapma..." dedi bana. "Bu kadar güçsüz olma." Gözlerinin içine baktım. Gülümsedim. Ellerimin cılızlığından anlamasını bekledim;
-ben küçüğüm, dayanamam, dedim ona ellerimle.
-insanlar fazla acımasız, dedim gözlerimle.
-mutluluğun denklemleri fazla karmaşık, dedim beynimle.
Hepsini duydu. Hak verdi. Gözlerini yere devirdi, düşündü bir süre. Bana hak vermişti! Sevilesiydi. "Ne istiyorsun?" dedi. Düşündüm... Düşündüm... Beynimden boynuzlu atlardan, pembe panjurlu saraylardan, yıkılmayacak kumdan kalelerden ya da hiç gitmeyecek insanlardan oluşan çocukça hayaller geldi, geçti. Gülümsedi. O herşeyi bilirdi. İçimi, dışımı. "Büyü biraz." dedi. Dudaklarımı büktüm. Yağmur yavaşlıyordu. O da gidecekti. Nefes alışverişlerim normale dönmek üzereydi. Damağımdaki sütlü çikolatanın tadını hala alabiliyordum. Elini kaldırdı, irkildim. O bana el kaldırmazdı, bilirdim. Kaldırdığı elini saçlarıma indirdi. Gözlerimi yumdum. Gideceğini biliyordum. Sonra bir kaç rüya gibi dakikada saçlarımı okşadı. Kafamdaki tüm derdi tasayı yağmura kattı. Ceplerini karıştırdı, dudağımın kenarına minik bir gülümseme bıraktı. Toparladı tüm etraftaki hüzünleri, pencere pervazındaki göz yaşlarını, tezgahtaki kötü anıları. Kalbime doğru yola çıktı. Yarattığım tüm ben'erin yanına.
Gittiğinde oda boş, kalbim kalabalıktı.
Gülümsedim. Geri geleceğini biliyordum...
O, ben öldürmeden ölemezdi.

/içimdeki kalabalık I
rüya gibi hayaller...


Cuma, Aralık 3

Yazası Gelir İnsanın Bazen

Dertler dertler...

Şu sıralar hayatım ciddi anlamda dert yumağı. Nasıl anlatayım, nereden başlayım bilemiyorum. Onca zamandır yazmıyorum ( en azından yazmak istediklerimi yazmıyorum) çünkü sizleri sıkmak, bayıltmak istemiyorum. Ben de isterim burası cıvıl cıvıl bir blog olsun. Ama insanın içi cıvıl cıvıl olmadığında şahsi şeyleri de olamıyormuş demek ki. Paylaşmaya ihtiyacım var.

Son zamanlarda insanlar üzerime üzerime geliyorlar. Her zaman kendimi dört duvar arasında hissederdim şimdi o dört duvarımın içerisindeki insan bolluğundan oksijensiz kalıyorum. Tüketiyorlar beni. Büyük kalabalıklarda bir başına kalmak diye birşey var, bilirsiniz. Bu da öyle birşey.
Bir anda hayatımda köklü değişiklikler yarattım. Ve altından kalkmakta güçlük çekiyorum. Eski alışkanlıklara yenilerini eklmeye çalışıyorum. Ve eskilerinden bazılarını elemeye. Ama "alışmış kudurmuştan beterdir" derler hani. Ne alakaysa şimdi konuyla. Öyle işte. Demişler.

İçine sıçtığım bir karakterim var. Bazen o kadar nefret ediyorum ki kendimden. Bunca dertlenmemin sebebi az önce Sayla'yla ettiğim kavga elbet ki. Onu ne kadar sevdiğimi her fırsatta söylüyorum burada. Sorumsuz bir insanım ben. İhmalkâr. Dertlerle boğuşurken kimseyi umursayamam. Kimseyi göremem. Bu yüzden iki üç sene önce de çok tartışırdık onunla. Ama şimdi çok ciddi olduğunun farkındayım. Bir de onun yanımda olduğunu hissedemezsem yıkılırım ben. Kahramanını kaybeymek. Kendi hatalarınla. Büyük kayıp.

ve Okul. Bu senenin başında okula adam gibi gitmedim. Şu an 8.5 gün devamsızlığım görünüyor. Ama onun x2 olduğunu sınıfımdakiler iyi biliyor. Hatta benden daha çok takip ediyorlar, sağolsunlar. Müdür yardımcımız da böyle bir insan işte, ne yapalım. Notlarım beklediğimden kötü geliyor ve o konuda da tırsmaya başlıyorum yavaş yavaş. Matematikten özel ders falan almam gerek birilerinden. Gerçekten o adamın dediğinden tek kelime anlamıyorum ben ya.

Aslında en çok da şu zamanlarda elimde bir fotoğraf makinesi olmalıydı diyorum. O kadar boş bir insan olmaya başladım ki yine. - İnsanın kendi emeği ve özeni ile ortaya çıkan o şey o kendi "eser"i o kadar değerli oluyor ki. Mesela şu sıralar resim kursuna gidiyorum daha önce bahsettim mi bilmiyorum ama. Pazartesi günleri, okuldan önce. İki gün önce falan bir kaç el çizimi yaptım. Sanırım becerebileceğim. Umut verici duruyorlar. Gözümün önünden de ayırmıyorum ilham versinler diye. :)

Çok karışık gidiyorum biliyorum ama yazasım gelmişken yazayım bırakın kendi halime. :)


İki gün önce gece 500 Days Of Summer'ı izledim. Bileni çok vardır eminim ki. Çok etkilendim! Bilindik tadıldık hiç bir aşk filmine benzemiyordu. Zaten aşk filmi kategorisine bile almayacağım onu çünkü o kategori şu sıralar fena kasıyor beni. Bambaşka bir tattı. Konusu o kadar gerçekçi ve açıktı ki. "Kız erkeği sevdi, erkek kızı sevdi, sonra da sonsuza kadar mutlu yaşadılar." tarzı sahte hikayelerden ya da 'Tüm zorlukları aşıp kızla erkeğin bir araya gelmesiyle biten filmlerden değildi. Sonuçta onun sonrasınaı bilemeyiz değil mi. Evlendikten sonra belki adam çekilmez bir herif oldu çıktı ya da kadın tahammül edilemez biri. Kim ne bilebilir. İşte Bu film o bizim 'bildiğimiz' filmlerden değildi işte. Mutlaka izlenmeli diye düşünmekteyim.

Tekrardan para biriktirmeye başladım. Eskiden annem, ablam ve ben olduğumuz için sürekli çıkar en azından gaziosmanpaşada tur atardık. Benim annem dayanamaz öyle çok beğendiği ya da bizim çok beğenerek baktığımız şeylere. Alır. Ama artık Emir var ve annem her zaman dışarı çıkamıyor. Yoruluyor o çocukla. O yüzden de yeni birşeyler alamıyorum hiç. Bunun bir ihtiyaç olduğunu tüm hemcinslerim bilirler. Şimdi en azından elimde para geçecek bir süre sonra, onu da katarsam kendime istediğim birkaç şeyi alacağım. Beni mutlu edecek birşeyler en azından.

Kısa zamanda toparlanacağım.
Bana ne gerekli ya da nelerden kurtulmalıyım kestirdiğim anda tamamdır.
Mutluluğu hep uzaklardan ya da sihirli değneklerden beklediğimin farkındayım. Artık ona ulaşmak için birşeyley yapmam gerektiğini de biliyorum. Deneyeceğim. Gerçekten deneyeceğim.

Şimdilik bu kadar. Görüşürüz dostlar.